Bir Buket Papatya


Patience - https://youtu.be/ErvgV4P6Fzc?si=IEGNmp4Up_roaQFd*

Peron yine her günkü kalabalığına sahne olmaktaydı. Adına hayat denen telaşe savaşının yılmaz neferleri; saatlerine korkak bakışlar atıp iç çekiyor, geç kalmama umuduyla adımlarını sıklaştırıyordu. Tozlu camlardan sızan ışık huzmeleri, değdiği yerleri gün ışığının huzurlu zarafetiyle aydınlatıyordu. Bir arada fakat birbirinden habersiz insanlar, kalabalıktaki yalnızlık oyununda kendi ruhlarını canlandırıyor, hayat sahnesinde kendilerine biçilen rolleri gerçek kılmayı deniyorlardı. Bu eski püskü, zamana inat ayakta duran peron her gün binlerce hayata sahne oluyordu.

Hemen girişte, gençten bir kadın duruyordu. Kollarıyla ince entarisine sarılışından belli oluyordu ki üşümüştü. Yanında az evvel yere bıraktığı büyükçe bir çanta, gözlerindeyse buruk bir ıslaklık vardı. Anlaşılacak ki o da uçuyordu yuvasından. Ürkekçe kanatlarını geren bir serçe yavrusu misali gerinip çantasını aldı ve kalabalıkta kayboldu. Az sonra trene binerken göründü silik silueti. Birisi daha gitmişti işte, doğduğu yerden doyduğu yere uzanan bu yolculuğa. Genç bir delikanlı; gözleri yaşlı sevgilisine sarılıyor, ne zaman biteceği muallak bir ayrılığa adım atıyordu. Az ötede biten bir ayrılığın mutluluğuyla birbirine sarılıyordu tezkeresini almış delikanlıyla fedakar ana babası. Her gün benzer sahneler tekrarlanıyor, hayatlar gelip geçerken zaman akıyordu.

Onca kalabalığın ortasında, zaman tek bir yerde akmayı reddediyordu. Kalabalıktan ayrı bir bankta, geçmişin yaralarını yüzündeki derin kırışıklıklara taşımış, bezemeli yemenisi gün ışığıyla parlayan bembeyaz saçlarını örten, anaç yüz ifadesinin arkasındaki burukluk ve yaşının verdiği dayanıksız güçle dimdik oturan kadın; kollarında solmaya yüz tutmuş bir buket papatya ve gözlerindeki umut ve acı hissiyatıyla öylece duruyor, resmen zamana karşı koyuyordu. Peron ahalisinin alışkın olduğu bu manzara, her gün kendini tekrar ediyordu. Kadın, her gün aynı saatte geliyor, aynı bankta oturup sessizce bekliyor ve yine karalığı kendine eşlikçi edinip uzayan gölgelerde kayboluyordu. Kimse neden burada olduğunu bilmiyor, ’’deli’’ deyip geçiyordu. Hatta öyle ki adı Bekleyen Kadın’a çıkmış, parmakla gösterilir olmuştu.

Başta onu perondan uzaklaştırmaya çalışmışlarsa da kadının dirayeti olanları zamana bırakmayı gerektirmişti. Nasılsa bir gün yılar, denilerek geçiştirilmişti. Kadınsa herkesi haksız çıkarmaya ahdetmiş gibi her gün gelmişti elinde bir buket papatyayla. İnsanoğlu her şeye alıştığı gibi bu tuhaf durumu da geride bırakmış, hayat kalabalığının ardına düşen bir detay oluvermişti.

Hayatsa, her düzeni bir gün bozmaya olan ahdını tekrar etmiş, geçen yılların aksine o gün tüm renkler başkalaşmıştı. Tek kelime etmeden öylece otururken başını kaldırdı kadın. Sessizliğini mühürlemiş dudakları aralandı: ‘’Bey!’’ diye bağırdı aniden. Peronun normalin aksine sakinliğinden olacak, seslenilen kişi olabilecek tek kişi durakladı. Uzunca boylu, zayıf ama yapılı vücudu ve temiz giysileriyle hayat yolunun başında olan genç bir adam arkasını dönüp kadına baktı. Bukleli saçları büyük gözlerindeki merakın önüne düşüyor fakat soran gözleri engelleyemiyordu. Delikanlıyı gören kadının yüzü asıldı. ’’Kusuruma bakmayasın evladım, beyime benzettim.’’ dedi.

Merakına vurduğu dizgin, gencin ellerinden kurtulmuştu. ’’Nice zamandır buradan binerim trene, sen hep burada beklersin. Ne diye beklersin böyle kollarında çiçeklerle anacığım?’’ diye sordu. Donuk gözlerini damlalar buğulandırdı. Kadın, derin bir iç çekerek: ’’Ah oğul, beyimi beklerim. Zamanını bilmem, ‘Unutuyorsun’ dediydi doktorlar. Unutmak ne söz be oğul, dipdiri hatırlıyorum ben onu. Askere aldılardı seferberlik zamanı. Aman etsem de gitti, kara gözlerini gözlerime dikip ‘Sen beni bekle burada, elinde papatyalarla. Ben geleceğim.’ dediydi. Benimki de bir umut be oğlum, beklerim burada. Bahçemizden topluyorum bunları da, beraber diktiydik.’’ dedi. Bu kez gözleri buğulanan delikanlıydı, boğazındaki düğümden kurtulan sözler döküldü diline: ‘’Ya gelmezse, demedin mi hiç anacığım?’’ diye sordu. ’’Dedim be oğlum, demez miyim? Şehadete erişti, dediler. İnanamadım, ne yapayım? Gelmeyeyim dedim de gönül işte, ondan gidemiyorum. Lakin iyi bilirim, o da gitmez benden.’’ Durdu, düşündü genç. Nasıl bir sevdaydı ki ölüm bile verilmiş bir sözün önüne geçememişti. ’’Madem öyle, sıkılma burada böyle yalnız. Gelip gittikçe ben de bekleyeyim seninle.’’

İstemediyse de engel olamadı kadın, iki hayat böylece bir oldu kalabalık peronda. Şimdi birlikte bekliyorlar, hasbihal ediyorlardı. Günler haftalara, aylar mevsimlere karıştı. İki dost, hatta ana oğul üç yılı beraber devirdi. Ve hayat yine ahdını tekrar etti. Delikanlı ilk kez boş buldu bankı. ’’Acaba?’’ sorusuyla kararan zihni ’’Belki’’lerle bulandı. Gerçeği ise peron görevlisinin acı dolu ’’Evet, maalesef.’’leri aldı. Naçiz bedeni daha çok dayanamamış, melekler olarak kavuşmuştu iki sevdalı. Yeryüzünün iki faniye fazla gördüğü kavuşma, gökyüzünde nasip olmuştu.

Delikanlının gözleri yavaşça banka kaydı. Yine bir buket papatya, orada öylece duruyordu. Çok sevdikleri topraktan koparılınca ölür, ölünce kokardı papatyalar. Şimdi kollarında duran buket, ölümün vahşi zarafetiyle kokuyordu. Her zamankinden güzel, her zamankinden gerçek. Trajikti. Ölüm, böylesine güzel kokabilir miydi?

Ahdeden bu kez delikanlıydı. Kalabalık uğultularının arasında, ses soluk çıkmadan verildi o söz. Günler haftalara, aylar mevsimlere karıştı yine. Yine aynı keşmekeş kalabalık, yine aynı telaşe, yine aynı peron, yine aynı bank ve yine aynı papatyalar zamana inat duruyordu öylece, tüm zarafetiyle.

Kimse görmedi, kimse bilmedi. Her geçen ana inat, her gün aynı banka bir buket papatya bırakıldı. Her ölümde daha canlı, her yok oluşta daha vahşi koktu papatyalar. Adına hayat denen telaşe okyanusunda boğulmamaya çalışan yaşamların bakışları arasında, yıllar önce sessizce verilen bir sözü ve birbirini ölümden bile öteye geçen bir sevdaya eşlikçi vefayla bekleyen iki kalbi temsilen koparıldıkça öldü, öldükçe daha güzel koktu o bir buket papatya.