Midnight City - https://youtu.be/dX3k_QDnzHE?si=YUO6Z0POM8sND5jB
Şehirler, hayat sahnesinin emektar dekorları… Perdeye konu olan hemen her oyunda bir kez olsun karşılaşılan; kimi zaman kaçmak uğruna kimi zamansa kudretlerine yenilmemeye sayfalarca oyun, onlarca roman tüketilen enginlikler…
İsimlerinin, dinlerinin, dillerinin, ırklarının, değerlerinin ve yaşayışlarının farklılığına rağmen yılmak bilmez bir mücadeleyle birbirine ve hayata bağlanan, yaşamın her bir anına ev sahipliği yapan şehirler...
Binlerce hatta milyonlarca hayat aynı sahneyi paylaşıyor, habersizce geçip gidiyorlar birbirlerinin yanından. Anlık bir karşılaşmayı sonsuzluğa hapsediyorlar bir fotoğraf karesinde, fonlarına belki tek ortak noktalarını - sahnelerini - alarak. Yaşam bu ya; belki tekrar tekrar kesişiyor yolları belki de bir daha asla karşılaşmamak şöyle dursun, denk düştüklerini dahi hatırlamıyorlar. Oysa hepsi karşılaştı aynı dekorlarla, hepsi geçti aynı sokaktan, hepsi aynı yerlerde poz verdi kendilerini ölümsüzleştiren bir kadraja, hepsi aynı göğe baktı hayallere dalarken, hepsi aynı yerlerde boğuştu hüzünleriyle ve hepsi aynı yerde karıştı sonsuzluğa.
Tüm bu oyun olanca görkemiyle sahnelenirken basit, hatta ürkütücü bir karanlık pek de fayda etmezdi bunca hikayeyi anlatmaya. Bu koskoca sahneler, rengarenk ışık huzmeleriyle aydınlandı. Her bir aksediş bambaşka bir yaşama can verdi. Capcanlı, ışıl ışıl sahnelendi tüm bu gerçeklik. Renkleri farklıydı belki, belki bambaşka anlara can suyu oldular ve belki de bambaşka düşüncelerle yakıldılar. Fakat sonunda aydınlandı tüm sahne, cüretkarca düştü yüzlere ve bambaşka dudaklardan döküldü isimleri. Şehir ışıkları, bu eşsiz dekorun en kıymetli parçası oluverdi.
Düştükleri her bir yaşam aydınlandı, her bir hikaye hayat bularak kendilerini anlattı. Bu tozlu sahnelere açılan camlara çevrildi bakışlar. Işıl ışıldı şehir, sanki parlayan ışıklar değil de hayatlardı. Kimse bilmedi cama yansıyan, sokağı aydınlatan, şafakla kavuşulan veya yüzlere düşen ışıkların hangi hikayeleri anlattığını.
Her yaşam kendi ışığıyla öylesine eşsiz aydınlandı ki, anlatılmaya değer onca hikayeyle doldu ışıltılar. Aydınlatmak şehir ışıklarına, aydınlanmak anılarla dolup taşan öykülere, anlatmak kalemlere, paylaşmak ruhlara düştü…
Açılan bir çift gözde yanan ışıkla başladı yaşam. Kiminin kaderine neşe, kimininkine keder yazılmıştı. Yaşam karıştırdı ikisini, beraberce koydu insanın önüne. Çünkü insan bu ya; gülerken ağladığı, ağlarken güldüğü anların kıymetini bilirdi. Ufacık bir can -tüm bunlardan habersiz- şanslıysa kendisine uzanan sıcacık elleri, “aile” diyeceği kokuları, ona ömrü boyunca ışıldayarak bakacak gözleri tanıdı. Kimi şanssızlığıyla başladı hayata. Anne diye sarılacak birini bulamadığından kalbi kurumamış bir doktorun, hemşirenin kollarında aradı şefkati. Hiç kimse fark etmedi bunca telaşın ortasında ama yaşam cızırdayarak yanıp sönen bir floresanın altında başlamıştı çoktan. Ve her an, bu umut dolu gözlerin yenileri aynı ışığa açılacak, yaşam binlerce kez aynı ışıkla başlayacaktı.
Büyüdü o yumuk elli bebek; yürümeyi, konuşmayı öğrendi. Yaşam, kendisini geç fark edileceğini bile bile tanıtmaya başladı. Bundandı aslında çocuğun düşmeden yürümeyi, kekelemeden konuşmayı öğrenemeyişi. Uzun bir yolculuğun ilk adımları atıldı böylece. Çocuk olmak dedikleri kaygısız neşe ve merak kapladı o küçücük kalbi. Koştu, düştü, sordu, eğlendi… Kimi anne babasının kollarına koştu ağlarken, kimi evi bildiği yerde evden uzakta olduğundan bir kapının arkasına sığındı. Kimi bir yetimhanede, kimiyse masumiyetini ona çok gören sokaklarda yaşama başladı. Hava kararmıştı. Çocuk bir gece lambasının, koridordaki sarı bir ışığın, bir sokak lambasının altında daldı uykuya. Yerleri, kaderleri bambaşka olsa da; yarının güzellik getireceğine dair “çocukça” bir umutla…
Mevsimler değişti; günler aylara, aylar yıllara karıştı. Çocuk, artık ilk gençlik yıllarındaydı. Yaşamındaki deniz dalgalandı, hoş, hep dalgalıydı da çocuk yeni varıyordu farkına. O capcanlı renkler pastelleşmeye başladı, griye çaldı bazıları. Olan neydi, neden büyümek diyorlardı adına? Hayatın henüz çocukluğunda gösterdiği yüzünü yeni fark ediyordu. Fakat bu kez düştüğünde dizleri değil, kalbi acıyordu. Kader iyi davrandı kimine. Harika arkadaşlar, güzel bir aile, hatta belki sıcak bir ilk aşkla renklendi ilk gençliği. Kimi yanıldı, yandı. Yalnız anlaşılmak ve sevilmek isteyen kalp aile olamamış ebeveynlerle, iyileştireceğine yaralayan arkadaşlarla ve küstüren aşklarla tanıştı, binlerce kaygıya karıştı. Aile, arkadaşlar, aşk, okul, kişilik… Derken o rengarenk gece lambasının yerini soğuk bir masa lambası aldı. Kimi gülerken kimiyse ağlarken anladı. Yaşam çok kalabalık olsa da hayatta yalnız tek kişilik yer vardı.
Zaman geçti. Dünya bile dönmeyi bırakmazken durmak ne haddineydi? Gençliğinin sonlarına ulaştı çocuk. Hayat değişiyordu. Omuzlarındaki yükü taşımayı henüz öğrenmişken çok daha fazlası geliyordu. Kimisi anladı yaşamın bir sonraki hamlesini. Omzuna bir başka yük binecek diye kalbinin bir parçasını geride bırakmadı. Kötülüklerinden hafifledi kalbindeki güzelliklerin yerine. Yükü hep ağırlaştı ama, o iyi kaldı. Kimi her adımda bir başka yük aldı omzuna, karşılığında kalbinin parçalarını bıraktı. Yükü hafifledi kimi zaman, ama ondan geriye koca bir hiçlik kaldı. Yollar ayrıldı, ışıklar başkalaştı. kimi gün ışığında gülüp yağmurlarla ağladı. Kimi yok saydıkça yabancılaştı, yabancılaştıkça karardı. Gün ışığı yerini ampullere, gençlik kendini yetişkinliğe bıraktı.
Artık büyümenin ne olduğunun farkındaydı. Küçük bir çocukken hayal ettiği şey bu olmazdı, olamazdı. Yaşamla savaşı, kendiyle barışmayı zorunlu kılmıştı. Ama nasıl bu kadar zor olabilirdi insanın kendisiyle anlaşması, barışması? Bir başınaydı, binlerce taraftı. Çocukluğu korkudan ağlıyor, neşesini geri istiyordu. Gençliği intikam ateşiyle yanıp tutuşuyor, savaşmadan gitmeye niyetli görünmüyordu. Kendisi, yetişkinliği mi? O yalnızca huzur istiyordu. Ve farkına vardı… Yakacağı ışıklar onun kararına bağlıydı. Kimi korktu değişmekten. Hiçbir ruh değişmeden hiçbir kader değişmedi. Hayata son kez meydan okuyanlarsa kazandı. Çocukluğunun unutulmuş gece lambasındaki ışıklarla aydınlattı ruhunu, gençliğinin sıcaklığına hasret duyduğu gün ışığı gücünü geri verdi ona. Kendi öyküsünü huzurla yazdı, yetişkinliğinin avizesi altında.
Yıllar yenilerine, hayat son demlerine karıştı. Yaş aldı, yaşlandı. Işıklarını yakmaya güç bulamayanlar şimdi en ağır yükle, koca bir ömrün pişmanlıklarıyla karşı karşıyaydı. ‘’Acaba’’lara kurban edilerek peşinden koşulmayan hayaller, şimdi ‘’Keşke’’lerin acımasızlığıyla karşılarına çıkmıştı. Yaşayabilense doldurduğu seyahat defterini nemli gözlerle anımsadı. Gözlerini kapattı her biri. Yaşam başladığı yerde, bir floresanın altında, sonsuzluğa karıştı. Kapanan gözlerinin önünden geçti çocukluğu.. Uzandı, tuttu elini. ‘’Korkma.’’ diye fısıldadı. ‘’Korkma çocuğum, yak ışıklarını, yaşa…’’